Yine Ramazan ve yine Fındık ayı

Posted on Updated on

Aradan  34 yıl geçmiş..Ne ulaşım ne haberleşme ne kentleşme şimdiki gibi değildi..sıcak yaz mevsiminde sabahtan akşama kadar fındık dallarından asılmak, sepet  doldurma yarışı yapmak öyle dile kolaydı. Şimdi onca yıl aradan sonra yeniden Ramazan ayı fındık ayına denk  geliverdi.  Ben o 34 yıl önceki Ramazan ayındaki fındık ayını ve fındık ayından anladığımı anlatacağım, tabi hatırlayabildiğim kadarıyla..Bu yıl fındık geç oldu,iklim değişiklikleri yüzünden her yıl Ağustos ayının ilk haftası başlanan fındık toplanmasına bu yıl ancak üçüncü hafta, yani 15 gün gecikmeli olarak başlanabildi.

Aslında Ramazan ayı, 32 yılda bir aynı zamana denk geliyor. Fındık ayı da bir ay sürüyor. Şimdiki gibi ne fındık toplama makinaları icad olmuş, ne patos denilen fındığı den eden makinalar var, ne fındığı yerden toplayan aletler, tabi ne de ot biçme makinaları yok o zamanlar. Oruçlu olduğumuz bir gün, bizim Keltemel diye adlandırdığımız fındıklıktayız. Dedem sağ o zaman, nenem de sağ tabi. Evdeki yaşlılar, fındık ayında evde yemek pişirme ve ev işlerini, diğer tayfanın tamamı, hani eli fındık tutanlarda çoluk çocuk hep birden inilirdi fındıklığa..

Sabah ne kadar erken saatlerde abuskala (Fındıklık- iş yapılan yerin yöresel adı, başlanmış bir iş alanı) inilirse o kadar fazla iş görüleceğinden, evde belli bir disiplin içinde hareket edilirdi. Evin reisi dedem, ne derse işler onun yönlendirmesi ile yürürdü. Fındığa başlanması için mutlaka Devlet’in belirlediği fındık toplama tarihleri dikkate alınırdı ki, fındıkta randıman (kalite) yüksek olsun. Erken toplanan fındıkta haşlanma, buruşukluk olacağı için genel de erken toplanması, bu sorunu oluştururdu tabi. Ve fındığı olmuş ve herkesten önce fındığını bitirmek isteyen bazı aileler vardı ki, gizli gizli fındığa erken başlar, bunu herkesten gizlerlerdi. Öyle ya, devlet erken fındık toplandığı ihbarını alırsa onun da bir cezası vardı.

 Mesela bakın Özellikle son yılların en düşük fındık rekoltesinin konuşulduğu bugünlerde, iklimsel değişikliklerden dolayı dallarda henüz olgunlaşmamış fındık karşısında erken hasadın üreticileri zarara uğratacağını söyleyen Ordu Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turan Karadeniz, “Üretici hem maddi yönden zarara girecektir, hem de Türk fındığının kalitesini istemese de düşürecektir. Dolayısıyla erken hasat edilen fındık üreticinin zararına olacaktır, üreticilerimiz 15 Ağustos’tan önce bahçeye girmemeli. Aceleyle ve erken toplanan fındıkta hem aflatoksin meydana geliyor, hem de fındık tam anlamıyla iç dolduramadığı için ürünün randımanı düşük oluyor” diye uyarıda bulunuluyor şimdiler de bile..

Öyle evlerde sabah kahvaltısı yapılmadan inilirdi fındıklığa, güneş doğmadan.. herkes eline bir parça ekmek, biraz da Gurut (Suyu süzülmüş ayranla çökelek, minzi karışımının kurutulmuş, yumurtadan büyük hali) alır, onu fındık toplarken bir yandan yer ara sıra da tabi ona taze fındığı katık ederdi. Güneş biraz yükselince, şöyle fındık çuvalları da birer ikişer dolunca kuşluk vakti, abuskaldaki sabah kahvaltısı zamanıdır. Abuskal, işin yapıldığı sahanın genel adıdır ve burada çay demlenir, ev yakınsa evde hazırlanan kahvaltılıklar abuskala indirilir ve topluca sabah kahvaltısı bir piknik havasında yapılırdı. Kahvaltıdan sonra sıkı bir çalışmaya girilir, taki öğle yemek molası ve namazına kadar. Asıl işin yürüdüğü saat bu üç saatlık çalışma zamanıdır. Tabi bu ramazan dışında böyledir. Ramazan ayı olunca, kimse daha hızlı fındık toplamaya teşvik edilmez.

Ben bizimkilerin maskotuydum o yıllar tabi..sepetçi de denebilir, türkücüde..yeri gelir, omuzlardan asılan kol sepetlerini boşaltmak için koştururdum, yeri gelir hani eğilmesi zor olan yaşlı fındık temlilerinin yere eğilmesini sağlamak için onların üzerine çıkar, yeri gelir yanımda büyüklerim var demez aklıma gelen türküyü çağırır, moral verirdim fındık toplayanlara..dedem, namaz saatlerine çok itibar ettiğinden, o dönemler şimdiki gibi camilerde hoparlör de olmadığı için bir bakmışsın öğle ezanını, veya ikindi ezanını o çıktığım temlilerin üzerinden okurdum, fındıklıklarda fındık toplayan ve ama ezandan haberdar olmayan konu komşularda sebeplenir, sevabından yararlanmak bana düşerdi. Sesimin güzelliği bir yana amcamlar da dedem de hoşlanırlardı zaten, hem türkülerimden hem verdiğim ezanlardan..Eğer, ezan zamanı değilse de o zaman fındık toplayanları bir nevi gaza getirmek için, yine komşu bahçelerde fındık toplayan akrabalar ve komşular arasında muhabbetin devam etmesi için, “allolum, ho ho ho hoooo” , “yikil, yikilll”, “aha ha ha hooop” gibi naralar atılır, buna yan bahçelerden de karşılıklar gelirdi.

Yaşlı ve büyük ağaçlar için yapılan gugar (Gugar Karadeniz bölgesinde özellikle fındık dallarını aşağıya çekmek için kullanılan bir ucu kısa bir ucu uzun çatal şeklinde ağaç dalına verilen isim. Fındık dallarını eğip fındığın rahat toplanabilmesi için kullanılan ucu eğik çubuğa halk arasında verilen ad)ların yere eğemediği fındık temlileri için çocuklar genelde daldan dala gezer, öylece katkı sunardı fındık toplayanlara..yine o yıllar, belki de gübrelemeler olmadığından daha fazla fındık olurdu gibi geliyor bana..fındıktan başka geliri olmayan insanlar, o nedenle de büyük özen gösterirlerdi fındık ağaçlarına ve de ayına..yine yollar yok o zamanlar tabi ve patika yollardan eğer uzaksa fındıklıklar, o zaman eşeklerle fındık çuvallarını taşırdık evlerin başında veya önlerindeki harmanlara..

Fındık ayı aslında bir şenlikti de aynı zamanda..Karadeniz’de gurbette olanlarında toplandığı, köylerde sadece fındık ayına mahsus bakkalların açıldığı, mantar tabancalarının satıldığı, akşamları da fındık harmanlarında nöbetlerin tutulduğu, bu nöbetler sırasında da fındık ayı gecelerinin konu komşu muhabbetleri eksik olmazdı. Bir yıl boyunca göremediğin ………….yazının devamı için tıklayın

Geleneklere değil sevgiye odaklandık!

Posted on Updated on

“Bir insanı kırk kişi sever bir kişi alır” diye bir söz vardır hani, “Her seven sevilenin boy aynasıdır. Sevmek sevilenin o aynaya bakmasıdır” der ya  Özdemir Asaf, Gelenek ve göreneklere sanki saygısızlık etmişcesine bir eyleme, bir düğüne adım atıyoruz. Aynı ülkenin insanı ama farklı yörelerin çocuklarının birbirlerini “sevmiş” olmalarına saygımız adına, Geleneklere değil de sevgiye odaklanarak Trabzon’un kızını, Kırşehir’in delikanlısına verdik. Onun hikayesini paylaşayım istedim.
Evlilik, öyle çok basit ve hemen hoppala sıya yapılacak bir olay değil elbette.özellikle yaş, sosyal ve ekonomik denklikler gözetilir. Kız ve erkeğin seçiminde soy ve sülalenin araştırılmasına özen gösterilir. “Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al” , “Kız anadan öğrenir bohça düzmeyi, oğul babadan öğrenir sohbet gezmeyi” sözleri bunun belirtisidir dense de mesela ben bir büyüğümden duymuştum, “kız istersen eğer, o evde ilk önce canlı çiçeklere bak, bakımlı ve diri iseler, çekinme o evin kızını iste” diye. oğlum için kız  istemeye  gidersem (tabi oğlum bana bu işi bırakırsa) o evdeki canlı çiçeklere bakacağım, eğer çiçekler bakımlı ise, sararmamış, solmamış ve çiçeği mutlu görürsem kız ailesi hakkındaki kanaatim olumlu olur. Onun için başkalarına sorma veya araştırma gereği bile duymam!
Vikipedi’deki ifadesiyle Gelenek , “bir toplumda, bir toplulukta çok eskilerden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar.
Gelenek kavramına sosyal bilimlerin farklı alt disiplinlerinin yaklaşımları ile geleneksel toplumların yükledikleri anlamlar arasında hem benzerlikler hem de farklılıklar bulunur. Sosyal bilimler geleneğe toplumların yaşadıkları coğrafya, iklim vb. gibi dışsal koşullara uyum sağlamak amacıyla türetilmiş, beşeri kaynaklı “inşa”lar, “icat”lar olarak bakarken geleneksel toplumlar kendi geleneklerinin kaynağını “mit”sel atalar, kahramanlar ve Tanrı gibi kutsal da görürler. Sosyal bilimlerde daha fenomenolojik bir yaklaşımla gelenekleri salt işlevsel özellikleri yönüyle görüp kökenlerini bu işleve bağlayan açıklamaların yanı sıra, gelenekleri belirli bir anlam bütünlüğünü yansıtan fenomenler olarak değerlendiren yazarlar da vardır. Her ne kadar bu yazarlar da geleneğin kaynağını kutsalda görmemekteyseler de onun sadece işlevsel boyutuna indirgenemeyeceğini iddia etmişlerdir. (bkz. Claude Levi Strauss)Özellikle Avrupa’da aydınlanma çağı sonunda gelişen Tarih anlayışı ve Tarihselcilik perspektifi geçmişe ilişkin (ve günümüzdeki de) her düşünce, anlayış (konsept) ve tavrın kaynağını dönemin diğer olgularının bütünselliği içinde aramak yönünde bir eğilimin gelişmesine yol açmıştır. Aydınlanmanın kaynağı evrimci görüşe kadar giden ilerlemeci tarih perspektifini de geçerli kılan bu perspektif sosyal bilimlerde hakim görüş olarak varlığını sürdürmektedir.
Gelenek üç bağlamda ele alınabilir. ilki geçmiş yaşam biçimlerinin içinde yaşanılan ana taşıdıkları maddi ve manevi değerler bütünüdür. bu sosyolojik anlamda en fazla rağbet gören izahtır. Beşeri düzlemde toplumu tüm dinamikleri ile inşa eden güçtür.
 
ikincisi ise geleneğin özünü teşkil ettiği ifade edilen kutsalla olan ilişkiden dolayı geleneğin zengin ve kutsal değerler içeren köklü yanıdır ki, bu anlamda gelenek ilkinden farklı olarak hem fenomenolojik hem de ilahi bir yön taşır. bu sosyolojik ve beşeri anlamından çok daha farklıdır.
üçüncüsü ise geleneğin postmodernist yaklaşımlarla ele alınmasından kaynaklanan aletsel, işlevsel yani kullanıma açık madde yönüdür. Bu anlamıyla gelenek bir anlamlar birikimidir (deposodur). Kendisinden her bakımdan yararlanmaya açık bir hinterlandtır. bahsettiğimiz yönü geleneğin dışsal-formel yönüdür ki sanat ve edebiyata tesir eden bir başka yön de budur”
Sırf gelenekler ve göreneklere bağlı kalınsın diye mesela, “sanki yakında biri yoktu”, “güya niye şiye (tanıdık bir isim) vermedunuz”, “uzağa kız verilir mi?”, “felancılar(!) istedi, vermedunuz kızı da gidup Kırşehirliyi nerden buldunuz”, “deden, uzağa kız mı vermişti?” “beşik kertmesi değil miydi, ne oldu da olmadı?”lara kulak asmak, iki insanın sevgisine saygısızlık değil midir? “Gönül ferman dinlemez”’i de atlamadan tabi. Evet, Ezoterizm aynı zaman da bu  örf, adet,anane ve mitoloji ile eş anlamlı olmamasına rağmen o alanlardaki derin bilgileri de kapsayan bir ifadedir. Yani gelenekçilik bu. Biz bölgemizde bu geleneksel anlayışı, çoğu zaman araziler bölünmesin diye bir de geniş aile kültürü içinde algılayıp, sürdüre geldik. Ancak, yeni kuşak, gelenek ve göreneklerden, örf ve ananelerden daha çok, mutlu bir yaşamı, kendisi adına  başkalarının görüp, beğenip önermesi yerine sevdiğine kavuşmayı, “Ferhat ve şirin”lik sayıyor. Belki “Leyla ile Mecnun” devrini, günümüzdeki teknoloji ürünleri sayesinde fazla çile çekmeden doğrudan yaşayabiliyor. 
 
Kızımın gönlünde birinin olduğunu Annem, ağabeyim ve kardeşlerimi bir kenara çekerek, ablamın evinde söylediğinde, hiç tepki vermedim. Biraz da farklı bir inanışım var, ilk anda topu o inanışa, yani tabiatların uyumuna attım. Eğer varsa ki ben bunu tüm sevenler için öneriyorum ve bence nikah memurlarının öncelikli alanı olması gerekir, önüne gelen evliliklere öncelikle tabiat uyumluluğu ilkesine bağlı kalma koşulu getirmeliler. Kalkıp, bile bile  ters tabiatları taşıyan insanların evliliklerine izin vermek, o evliliklerin boşanma ile sonuçlanmasını daha ilk başta kabullenmektir bana göre ve bu sosyal faciadır. Tabiat çatışması olabilecek “sevda”ların mutlaka, kız veya erkek tarafından bir menfaat ve çıkar için istendiği kolaylıkla anlaşılabilir, buna izin verilmemelidir. Bunu resmi nikahları kıyan memurların özellikle bilmesi ve de bu yönde gerekirse bir yasa ile daha başlamamış olan, sakat evliliklerin önüne geçilmelidir. Nitekim, ben kızımı istemeye gelen delikanlı için hiçbir araştırma yaptırmadım, sadece samimiyetini salt o tabiat uyumunda aradım ve farklı kültür ve geleneklere bağlı olsa da onların sevgisine saygımız gereği, gelenek ve görenekleri ikinci plana atarak ailece karar verdik. Nitekim, “İnsan, inandıklarıdır” der Anton Çehov.
Hani, “Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra.” der ya  Mevlâna Celâleddin-i Rûmî. Büyüklerimize saygı .…………..yazının devamı için tıklayın

Dilek ağacı değil çöp!

Posted on Updated on

Katı atık depolama alanlarıyla ilgili sıkıntılar hala giderilebilmiş değil, bunu yerel yönetimlerin katı atık depolama alanlarıyla ilgili altyapı tesislerinden yoksun oluşundan anlıyoruz. Öyle ki, tesis yokluğundan işin kolay yönüne kaçan yerel yönetimler, hala gözlerden ırak yerlerden şehir çöplerini akarsulara bırakarak gidermeye çalışırken, çevre duyarlılığının göz ardı edildiği, nehir kenarlarındaki fundalıklarda dilek ağaçlarını aratmayacak görüntülerle anlıyoruz.
Yurdun çeşitli yörelerinde de sık sık karşılaştığımız çevre sorunları, ne yazık ki Karadeniz bölgesi’ndeki akarsular boylarında da karşımıza çıkıyor. Artvin den geçen Çoruh nehri boyunca fundalıklarda karşımıza çıkan çirkin görüntüler, adeta bir dilek ağacını anımsatıyor. Her çeşit çer çöp, fundalıklarda renga renk görüntüler oluştururken, çevre konusunda hala yeterli duyarlılığın gösterilmediğini de ortaya koyuyor. Avrupa Birliği müzakerelerinde en zor geçecek denilen başlıklar arasında çevre ve geri dönüşüm proğramının olacağı ifade ediliyor. 

 

Avrupa’nın en önemli uygulamalardan birisi, insan ve hayvan sağlığının, çevrenin ve doğal kaynakların korunmasına çok büyük katkıları olan “çöplerin geri dönüşüm / kazanım” programlarıdır. Bireylerin çevre bilincinin yükselmesiyle aşılabilecek kirlilikte en önemli görev, kuşkusuz yerel yönetimlere düşüyor.

 

Bilinçsizce sürekli akarsulara bırakılan şehir çöpleri, maliyetsiz bir yok ediş gibi gözükse de nehir boylarındaki fundalıklarda karşımıza birer katı atık olarak çıkıyor olmaları, hala yeterince çevre bilincinin oluşmadığının sergilenmesi olarak dikkat çekiyor. Karadeniz Bölgesi’nde yerel yönetimlerin katı atık depolama veya geri dönüşüm projelerinden yoksun oluşu, hemen her akarsu boyunda aynı çirkin manzaraların yaşanmasına yol açıyor.

 

Avrupa Birliğine Katılım Müzakereleri Tarama Süreci’nde 27. madde olarak yer alan ve 3-11 Nisan 2006 tarihleri arasında tartışılacak olan çevre konusunda Türkiye, bu tür görüntüleri aşmadıktan sonra bir hayli sıkıntı çekeceğe benziyor. Avrupa Çevre Fonu’ndan da alınacak katkılarla yerel yönetimler arası işbirliği ile genel anlamda alınacak önlemler sayesindeki ortak bilinçle, sadece bölgesel anlamda değil belki ülke genelindeki bir çok aksayan çevre duyarsızlığının da önüne geçilmiş olacak. Ancak bu çerçevede bireylerin de yaşadıkları yörelerden başlayarak çevre duyarlılığı konusunda gösterecekleri duyarlılık, ülkemizin çevresel sorunları aşmada en büyük faktörlerden biri olacak. 

Nehir boylarında çalılıklara takılarak kirlilik …….…………yazının devamı için tıklayınız

Buzağıyı annesine yalatmadı !

Posted on Updated on

“Günü geçti, hala doğurmadı” diyor ara sıra, derin derin iç çekiyor Mavuş. Ahırda bir sığırı var ve doğum günü geldiği halde hala doğurmamış olmasının sıkıntısı bu. Evinden bir tarafa çıkamıyor, geleni gideniyle bir yere o da gitmek istiyor ama gidemiyor. Henüz doğum yapmamış sığırının gününü doldurmuş olmasına rağmen hala doğurmamış olması, ona ayak bağı oluyor. Bir de torununun düğünü var tabi,”iç çekmek” için bahanesi oldukça fazla aslında.
Sabah kahvaltısından sonra ahırdan bir böğürtü, ardından sık sık ama normalden farklı çıkan bir sığır sesi. Mavuş, fırlıyor kahvaltı sofrasından sessizce, ağrılarından kambur bir halde aksayarak koşar adımlarla yöneliyor ahıra. Ardından gidiyorum. Ahıra girince buzağıyı görüyoruz, annesinin böğürtülerine aldırmadan buzağıyı annesinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Islak teni, parıl parıldıyor dananın. Henüz doğmuş, gözleri açık ama henüz ayağa kalkabilecek güçte (belki de tecrübe) değil. Kalkmak için yelteniyor, bir… iki … derken başaramıyor. Aklıma fotoğraf makinem geliyor, bir solukta koşturup makinayı alıyorum ve birkaç kare fotoğraf çekiyorum buzağıya.. Belki o an bana kızıyordur ama ben onun o güzelliğine sığınarak, sırf sizlerle de paylaşabilmek adına yapıyorum bunu..Güzel mi güzel bir Kınalı(!)

Karadeniz’de hemen hemen herkesin bir lakabı vardır,  bilinilirliği ismin önündedir. Öylesine yaygındır ki bu durum mesela Mavuş’un ilk oğlu ortaokuldadır ama yatılı okulda. Hafta sonu gelir, daha ilk hafta olduğundan izin almak ister köyüne gitmek için. Müdür yardımcısının yanına gider izin almak için. Müdür yardımcısı, babasının adını sorar, normalde nüfusta “Ali” yazıyordur, ama çocuk, herkesin bildiği “Dursun Ali”yi söyler. Müdür yardımcısı bakar, cevabın bir kısmı var ama tam emin olamaz. Annesinin adını sorar, bu kez de çocuk “Mavuş” der. Müdür yardımcısı, bakar kütüğe ama öyle bir isme rastlayamaz. Müdür yardımcısının önündeki kütükte “Remziye”dir o “Mavuş”.. Birkaç sorudan sonra Müdür yardımcısı çocuğa, “Sen daha annenin adını bilmiyorsun, köye gidince annenden adını da öğren” der ve izni verir. Çocuk köye gider, annesinden nufüs cüzdanını ister, ama annesinin nüfus cüzdanından haberi yoktur. Çocuk annesine, babasından nüfus cüzdanı istemesini söyler. Mavuş, kocasından nüfus cüzdanı ister, koca Mavuş’a, çocuklarını gösterir, “bunlar senin nüfus cüzdanların der” başından savmak için ama çocuklar diretince de anne  “Mavuş” olmaktan çıkar, isminin yazdığı nüfus cüzdanına kavuşur. Araziler bölünmesin diye geçmişte kadınlara nufüs cüzdanları bile çıkarılmazdı, çocuklar da erkek çocuklar okutulduğu için nüfus cüzdanlarına sahip olur, kız çocuklar okutulmadığı için de çok gerekmedikçe nüfus cüzdanları olmazdı(!)

 

 Mavuş’un Anne-çocuk, ana-yavru ilişkisini bilmeyen yoktur. Ömrü sığır bakmakla geçmiştir, geçmişte mandaları bile vardır. O nedenle belki yüzün üzerinde hayvanların doğumuna tanık olmuş, böylece tecrübeye bağlı bir geleneksel kültürü vardır ama daha yeni buzağı yavrulamış sığırından yavrusunu uzaklaştırmasına, o adını bilmeyen büyük oğlu da küçük oğulları da akıl erdiremez. “bırak anne, biraz yalasın” derlerse de fayda etmez, “yok oğlum yok, sığır danalı olur” der. Sığırın yavruya bağımlılığının fazla olmaması için yapar bunu kendince, çünkü genelde buzağılar erkekse “danacılar” denilen alıcılarca köylerden toplanır buzağılar ve besicilere taşınır. Sığır, daha on-onbeş dakikalık yavrusunu yalayamaz. Mavuş yavru buzağıyı kuru otlarla silerek kurutur. Zaten sığırın da amacı, yavrusunu islaklıktan kurtarmak için onu yalayarak aslında kurutmaktır!.
 Buzağının güzelliğine diyecek yoktur. Hem de dişi bir buzağıdır ki bu süt sığırı olabilir demektir ve “danacı” lara verilmeyeceği anlamına gelir. Genelde Doğu Karadeniz de erkek buzağılar, kesime veya “danacı” lara verilir çünkü. Fotoğrafladığım bu buzağı, bir veterinere gerek duymadan dünyaya gözlerini açmıştır. Zaten yarım saat üzerine de kendi ayakları üzerine kalkmayı başarmış ve annesinin ilk sütünü de Mavuş’ün elinden içmiştir. Oysa yavrular, annelerinin altına salınır diye biliriz, bunu kuzulardan da gözlemişizdir ama Mavuş ona da kendince bir gerekçe uydurmuş, “ben buzağıları annelerinin altına sokmam, onları ben sağar buzağılara ben veririm sütü, annesi ile ayrı düştüklerinde psikolojisi kötü etkilenmesin diye” diyor. 

 

 Tabi bunlar görüntü olarak belki bizim garibimize gidebiliyor, biz olaya daha duygusal yaklaşabiliyoruz ama Mavuş, böylesi Anne-yavru ilişkilerinde oldukça tecrübeye sahip bilgelikte, duygusallıktan uzak prensipleri uygulayabiliyor. Böylesi bir uygulama ne kadar bilimseldir, doğru mudur, yanlış mıdır diye araştırıyorum. Ve Mavuş’un yeni doğmuş buzağıya davranışının bilimsel yaklaşımlara da ters düşmediğini onun gıyabında öğreniyorum. Sonra buzağıya isim konuyor, önce “kına” densin diyor Torununun kınagecesine rastladığı için  Mavuş’un kocası, bir oğlu buna karşı çıkıyor, “kına” ismi sığıra gitmez, “kınalı” olsun diyor ve buzağının adı Kınalı oluveriyor. Kınalı, ailenin büyük kızına hediye edilmek üzere, anne sütünü bir müddet almak üzere annesiyle bakılıyor.

 

 Amasya Damızlık Sığır Yetiştiricileri Birliği’nin  internet sitesinde “Doğum yapan sığırlar, buzağıları neden yalar?” diye arattığımda çıkan sayfayı sizlerle de paylaşmak istiyorum.

 

 Doğumdan Sonra Ananın Bakım ve Beslenmesi 

 

◦Doğum yapmış ineklerin vücutları üzerine yapılacak kuru masajlar çok faydalıdır, böylece hayvanın teri giderilmiş, hayvan sakinleşmiş olur. Bundan sonra anayı bir örtü ile örtmekte faydalıdır. İçecekleri suyun ılık olmasına dikkat edilir. İneklere içerisine arpa, buğday, yulaf unları katılmış ılık tuzlu su vermek faydalıdır. Yeni doğuran dişileri hava ceryanlarından korumak gerekir, ahırlarda karşılıklı kapı ve pencerelerin açık bırakılmamasına özellikle dikkat edilir. Doğum yapan hayvanları özellikle ilk 8-10 gün soğuktan korumalı, sindirilmesi kolay yemler vermelidir. Doğum sırasında kanama meydana gelmişse kanamayı durdurmak için gerekli uygun müdahele yapılmalıdır. Dişinin yorgun ve düşkün olduğu hallerde genel tedavi yanında özellikle iyi beslenmesine dikkat edilmelidir. 
◦İneğin doğumu takiben hemen sağılması sonun düşmesine engel olabileceği gibi, aynı zamanda doğum felcine (Süt humması) neden olabilir. Eğer hayvan yattığı yerden kalkamıyorsa veteriner hekime baş vurmalıdır. Bu nedenle 3-4 gün ineğin sütü tamamen bitecek şekilde sağılmamalıdır. 
◦Doğuran dişi, yavru zarlarını atar atmaz hemen alıp yanından uzaklaştırmalı, bir çukura gömmeli veya yakılmalıdır. Aksi taktirde bütün dişiler yavru zarlarını yemek isterler. Bunun yenilmesi ot yiyen hayvanlar için sindirim bozukluğu meydana getirebilir. 
◦Buzağılayan ineğe, verdiği verime uygun bir besleme (rasyon) uygulanmalıdır. Sindirilmesi kolay, besleyici, kuvveti fazla yemler yedirilmelidir. Tane yemlerin kırılıp çorba halinde verilmesi uygundur. Hayvanların vitamin ihtiyacı (A ve D) iyi kuru ot, yeşil ot, havuç veya silaj gibi yemlerle karşılanır. İneğin süt verimindeki artışı karşılaması için, rasyon enerji ve protein ihtiyacını karşılayacak şekilde hazırlanmalıdır. 
◦Gebe düve ve ineklerin kuru dönemde vücut ağırlığının en az %1’i kadar kaba yem yemesi ve yediği kesif yem miktarının da vücut ağırlığının %1’ini geçmemesi gerekir. 
◦Hayvanın canlı ağırlığı, süt verimi, sütün yağ oranı ve hayvanın sağlık durumu hayvanı ne düzeyde beslememiz konusunda bize fikir verecek en önemli unsurlardır. 
◦Süt inekleri sağım dönemine göre beslenmelidir. İneklerden bir sağım döneminde (laktasyonda) alınan sütün normal şartlarda yaklaşık %45’i ilk 100 günde, %30-35’i ikinci 100 günde, %20-25’i üçüncü 100 günde alınır. 
◦Bütün bunları dikkate alarak; ineklerimize devamlı aynı miktar yem vermek yerine yapacağımız aylık süt verim kontrollerinin de ışığında verimlerine ve verim dönemlerine göre yemleme yapmalıyız.

 

Doğumdan Sonra Yavrunun Bakım ve Beslenmesi 

◦Yeni doğan buzağılar doğar doğmaz gözlerini açarlar. Bütün evcil hayvanların yavruları anne karnından çıktıklarında ölü gibidirler. Anne karnından çıkar çıkmaz hemen solunuma dikkat etmelidir, çünkü yavruyu anaya bağlayan kan damarları (göbek kordonu) kopar kopmaz solunum zorunlu hale gelir. Yeni doğan buzağı soluk alamıyorsa, kaburgalarının üzerine avuç içi ile birkaç defa kuvvetlice vurulur. Gene soluk alamıyorsa yan yatırılır, kaburgaları üzerine………………..yazının devamı için tıklayın

Ne toplaysun teyze?

Posted on Updated on

Öyle ya bir kadın, girmiş çayırlara yeşil yeşil yapraklı bir şeyler
topluyor, topluyor ve siz de bunu görüyorsunuz, merak etmez misiniz nedir
toplanan, neye yarar, neden toplanıyor, kucak doldururcasına hem de.. Hem yayla da
hem çayırlarda olan ve toplanan da Evelik..yani Lapada, ya da yabani
pazı..değişik isimleri var velhasıl bu yöresel isimlendirmeler, belki de
tanınırlığını da azaltıyor.Anadolu’da yemekler, salt kitaplardaki tariflere
bakılarak yapılmaz, büyük anneler, yani ninelerden, annelerden, konudan
komşudan öğrenilir, her yenilen yemek tarifleri. Hem bu tür doğal yemekler
yapıldığında konu komşu da çağırılır, her evde yapılmaz ama yemeğin
yapıldığı evde yenir bu yemekler veya konuya komşuya da birer  tabak
gönderilir, göz hakkı, komşuluk hakkı diye.


“Ne toplaysun teyze” denilen O siyah çemberli  kadın Şakire ablam.
Gümüşhane’nin Taşköprü yaylasına
çıktığımızda Şakire ablam, önce caminin önünde başladı toplayama, “ne güzel
Evelik” diyerek. Tabi onun bildiği Evelikler, daha küçük boylarda,
Bayburt’un Pamuktaş köyündeki çayırlar veya dere kenarlarındaki sulak
alanlarda ama daha bodur boylularıydı, ama Taşköprü’de topladığı Evelikler,
büyük  yapraklı evelik. Sonra Şaphane yolu üzerindeki çayırlara yöneldi,
orada evelik tarlası vardı sanki, kucak dolusu toplayınca onun ne
topladığını merak eden gezginlerden bir kadın yanaştı yanına çocukları ile,
çayırlara girmeden biraz da uzaktan bağırdı, “ne toplaysun teyze?” diye.. 


O “ne toplaysun teyze” diyen kadına baktım, 30-35 yaşlarında, hem de
şivesinden yörenin insanı olduğunu anladığım ama çayırlarda toplanan
bitkinin ne olduğunu bilmiyor olmasına hafifçe  hayıflandığım, içerlediğim,
kim bilir nenesi, veya annesi ona, “aha bak buna Evelik denir” diye
söylendiğinde pek dikkat etmemiş, belki duymazlıktan gelmiş biri de şimdi,
çoluk çocuğa karışınca, şimdi çevresine veya çayırlarda toplanan yeşil
yapraklara dikkat kesiliyor………..yazının
devamı için tıklayınız

karadeniz’i önce biz gezelim

Posted on Updated on

Tatil, gezi ağabeyimin deyimiyle “kizirlik” benim işim, zaman zaman “keşke babamın petrol istasyonu olsaydı” diye geçirmişim içimden, kimselere çaktırmadan, gezmişim yurdumuzun öncelikli gezilebilecek yerlerini. Ama gitmediğim yerler var, görmediğim ama gitmek istediğim yöreler elbette var ama Karadeniz, bu bölgeyi önce kendi insanımızın gezmesinden yanayım. İstiyorum ki, bu bölgede yaşayan herkes, mutlaka gezsin bu bölgeyi adım adım gezsin, öncelikle gezsin!

 

Neden durmadan bu “gezsin” ifadesini sık kullanıyorum, bölgemizin kıymetini bölgemize yabancılar doluştuktan sonra fark etmemiz bize çok şey kaybettirirde ondan. İstiyorum ki, biz kendi bölgemizi yabancılar rağbet ediyor diye değil, bu bölgenin yaşayanları olarak gezip, tozmalı, tanımalı ve bilmeliyiz. Karadenizliyiz ama dikkat edin, kendinizden yola çıkarak bakın, biraz düşünün sizdebana hak vereceksiniz! Siz mesela, kendi yaylanızın bulunmadığı hangi vadisine çıktınız ki? Hangi vadiden yukarılara, bilmeden gittiniz? Var mı gittiğiniz yerler, sayın bakalım hangi vadilere çıkmışsınız, hangi yaylalardan geçmişsiniz? 
Askerde arkadaşlarım Sumela manastırından söz açıldığında Trabzonlu olduğum için benden anlatmamı isterlerdi, konuyu değiştirip, kaçamak cevaplarla geçiştirmenin yollarını arardım. Sonra da dikkat kesilen birileri, “yoksa sen gitmedin mi Sumela’ya” deyince de sevmediğim halde yalan söylerdim, “yok gittim, biliyorum” diye ama yalandı! Mahcup olduğumdan yalan söylerdim, el alem benim memleketimdeki bir değerden söz ederken ben kendi memleketimdeki değerden habersiz olabilir mi idim! Ama olmuştum, askere bile yabancı şubeden İstanbul Eminönü askerlik şubesinden gitmiştim çünkü! Memleketime yabancı büyümüştüm, kültürünün, yerelliğinin farkına askerlik dönüşünden sonra varabilmeye çalıştım. 
                                                                                        (fotograf: Haçka yaylası)
Şimdi bir çok gencimiz var ki askerliğine kadar Trabzon’un dışına çıkmamış ama Trabzon’un ilçelerinden de habersiz, sadece uzun sokak, kunduracılar, Atapark belki meydanın dışından bile habersiz. Oysa hep yaylalarımızdan hep Karadeniz Bölgesi’nin yeşilliklerinden söz edilirken, biz aslında sanki yeşilden bezginlik içindeyiz. Biz, içinde bulunduğumuz cennetin farkında değiliz! Ama olmalıyız. Kendi bölgemizin güzelliklerini önce bizim bilmemiz bizim yaşamamız lazım, çünkü bu öncelikle bizim hakkımız! 

 

Yabancı turistlerin ziyaretçi sayılarıyla avunuyoruz, bu yıl oldukça bereketli bir sezon geçirdi bölgemiz turistik tesisleri, zaman zaman konaklama alanlarında yer bile bulamadılar. Onlar, yani yabancılar elbette gelecek ama onlardan önce bizim de Hıdırnebi, Haçkalı, Kayabaşı, Lişer, Kalecik, Yomralıların yaylası, Taşköprü, Camiboğazı, Zigana, Madur, Zuvas, Ayranlı, Ovit, Kafkasör, Çakırgöl gibi artık sayın sayabileceğiniz kadar ama tüm bu güzel mekanları gezmek insana ömür katar!

 

Nerelere kadar gidebildiniz? Düzköy vadisinden Akçaabatlılar, Köprübaşı vadisinden de sadece Sürmeneliler mi yararlanmalı? Vakfikebir, Şalpazarı, veya Çaykara vadisi her bir vadimizin kendine has kültürünü yerinde yaşamak lazım. Her vadinin kendine has cezb edici güzel yanları var.

 

Ama bir yere giderken, illa önceden bilmek gerekmiyor. Bakın dikkat edin Japon turistlere, şehirde gezerken bile hep yalnız dolaşıyorlar. İsarilliler de öyle, kimselere muhtaç olmadan ve yabancı bir ülkenin topraklarında yapayalnız gezebilmek için adamlar binlerce kilometre uzaklıklardan geliyorlar, çekinmiyorlar gezmeye, tozmaya ama biz nedense bilmediğimiz bir yere gitmekten hep çekiniyoruz. Sanki cesaret edemiyoruz, sanki belki bir başka vadinin yaylasına gidilmesini hazmedemiyoruz, belki çekemiyor muyuz ne? Hep bildiğimiz yaylalar yerine güzergah belirleyelim vadilerden rast gele çıkalım yukarılara doğru, yollar boyunca gördüğümüz her çeşme başında durup, hem bir nefes açalım ve bir avuç dolusu su içelim! O sular, öncelikle bizim hakkımız, bunun bilincine varalım. 

Ha, bu hafta değil de sakın önümüzdeki hafta “gideriz” demeyin, hiç ertelemeyin, içinize doğduğu hafta varın gidin, yeter ki gidin. Pişman olmayacak aksine mutlu olacaksınız, bugüne dek gitmediğinize vahlanacaksınız inanın.

 

İstanbul’dan misafirlerim geldi, onlarla çıktık yayla yollarına, istedim……………yazının devamı için tıklayınız

Doğu Karadeniz plajları

Posted on Updated on

Öyle çok araştırma yapmaya gerek duymadım. Çünkü Karadeniz’de daha doğrusu Doğu
Karadeniz Bölgesi’nde denize girmek için plaj denilen tarzdaki hizmetler, son
yıllarda bazı yerel yöneticilerin sosyalleşme projeleri olarak ortaya çıkan ama
çok da iç açıcı durumları olmayan denize girilebilir yerlerdir. Düzenli, temiz,
bakımlı plajların sahibi olmak Karadenizlilerin işine gelmez pek.

Hem zaten, deniz buna izin vermez. Siz istediğiniz kadar betonla duş kabini
yapın, sahili temizleyin bunu askerdeki gibi her sabah “mıntıka temizliği” diye
yapsanızda bizim Karadenizin tepesi atımı, senin yaptığın hiçbir temizliğin
kıymeti harbiyesi ortada kalmaz, anında değiştiriverir havasını ve bir bakmışsın
güneşte denize girmişken sen çıkıncaya dek de yağmur altında kalmışsındır. Onun
için Karadeniz’e akıl sır ermezi, yaz veya kış aynı günde 4 mevsimi yaşarsınız. 

Bu nedenle de Doğu Karadeniz Bölgesi’nde deniz-kum-güneş üçlüsünden yararlanmak
herkese nasip olmaz, sadece yerliler zaten zamanını da bilir ve denize girmeyi
bir kaçamak sayar ve fırsatını bulduğunda ve plaj da gözetmeksizin girer denize.
Ama Doğu Karadeniz’de denize girmek de öyle her babayiğidin haddine değildir!
Denizin şakası yoktur çünkü, başka yerlerdeki denizlere pek benzemez, hırçındır.
Dalgaları elbette zaman zaman neşeli yüzme fırsatı verir ama bir o kadar da
tehlikelidir. İrili ufaklı bir çok ırmak, dere, çay ve nehrin denize ulaştığı
Doğu Karadeniz Bölgesi’nde…….…….yazının
devamı için tıklayınız

Karadeniz’de bir karı-koca fotoğrafının öyküsü

Posted on Updated on

Makinayı elimde görünce “bize alaaddinle bir resim çek da” dedi. Bunu içten
söylediğini anladım, Alaaddin eski tip sayılan Karadenizlilerdendi. Hani
bilmeyenleriniz vardır diye tekrarlayayım, sevdiğine “aşkım, bitanem, cicim,
gülüm” demek isteyen ama bunlardan hiç birini hiçbir zaman söyleyemeyen, baş
başa kaldıklarında bile söylemeye kalksa da beceremeyen ve belki “gülünç”
olmaktan  kendini eşinden de sakınmaya çalışan erkek tipi. Bizim teyzeoğlu
Alaaddin..


“Tamam” dedim, söz verdim. Eşine aşık olan bir genç kadın, istiyor ki, nur
topu gibi evlatlarına kocasıyla çekilmiş bir fotoğraflarını bıraksın, ölümlü
dünya..Bir çok düğün ,dernek gezmiş olmalarına rağmen bir araya gelip te yan
yana bir fotoğraf çektirememişler. Aslında Karadenizli genç kadın bunu çok
istemiş olmasına rağmen Alaaddin’in  günümüze göre o biraz eski sayılan
“huy”u veya alışkanlıkları yüzünden bir türlü gerçekleşmemişti. Aile
büyükleri de vardı içerde, onların yanın damı olmalıydı bu fotoğraf diye
düşündüm. Her şeyin açık olmasını, Allah’ın bildiğini kullarından gizlemenin
çok da anlamlı olmadığını düşündüm ve olduğu gibi olayı kendi seyrine
bıraktım. Ben sadece makinamı aldım ve onların yan yana düştüklerinde
fotoğraflarını çekmek istedim.

 Seher ablanın ne olduğunu hala anlayamadığımız(!) Türk kahvesini bahane
edip, o kahve servislerinin yapılması sırasında Alaaddin’in annesinin önünde
eşiyle ilk kez fotoğraflarını çekecektim. Ama sadece Alaaddin’in annesi
Hatun teyze yoktu orda ablası seher ve de onun “hafız abi” dediği, benim de
dayım Ahmet Ali de oradaydı. O da teyze ziyaretine gelmişti. Ama fırsat bu
fırsattı. Kahvelerin(!) servisini yapıyordu genç kadın,  birkaç kare çektim
ama bir yandan da eşine işaretler ediyor ve gönlünün istediği bir poz olsuna
çabaladığını gözlüyordum.olmadı. Onun istediği bir fotoğrafın çekilemediğini
anladım, kahveleri sunumundan.
 Tam o sırada tabi koyu bir sohbette var ortamda. Yurtdışından yeni gelmiş
ve ….………yazının
devamı için tıklayın

Karadeniz’i önce biz gezelim

Posted on Updated on

Tatil, gezi ağabeyimin deyimiyle “kizirlik” benim işim, zaman zaman “keşke
babamın petrol istasyonu olsaydı” diye geçirmişim içimden, kimselere
çaktırmadan, gezmişim yurdumuzun öncelikli gezilebilecek yerlerini. Ama
gitmediğim yerler var, görmediğim ama gitmek istediğim yöreler elbette var
ama Karadeniz, bu bölgeyi önce kendi insanımızın gezmesinden yanayım.
İstiyorum ki, bu bölgede yaşayan herkes, mutlaka gezsin bu bölgeyi adım adım
gezsin, öncelikle gezsin!


Neden durmadan bu “gezsin” ifadesini sık kullanıyorum, bölgemizin kıymetini
bölgemize yabancılar doluştuktan sonra fark etmemiz bize çok şey
kaybettirirde ondan. İstiyorum ki, biz kendi bölgemizi yabancılar rağbet
ediyor diye değil, bu bölgenin yaşayanları olarak gezip, tozmalı, tanımalı
ve bilmeliyiz. Karadenizliyiz ama dikkat edin, kendinizden yola çıkarak
bakın, biraz düşünün sizdebana hak vereceksiniz! Siz mesela, kendi yaylanızın
bulunmadığı hangi vadisine çıktınız ki? Hangi vadiden yukarılara, bilmeden
gittiniz? Var mı gittiğiniz yerler, sayın bakalım hangi vadilere
çıkmışsınız, hangi yaylalardan
geçmişsiniz?
Askerde arkadaşlarım Sumela manastırından söz açıldığında Trabzonlu olduğum
için benden anlatmamı isterlerdi, konuyu değiştirip, kaçamak cevaplarla
geçiştirmenin yollarını arardım. Sonra da dikkat kesilen birileri, “yoksa
sen gitmedin mi Sumela’ya” deyince de sevmediğim halde yalan söylerdim, “yok
gittim, biliyorum” diye ama yalandı! Mahcup olduğumdan yalan söylerdim, el
alem benim memleketimdeki bir değerden söz ederken ben kendi memleketimdeki
değerden habersiz olabilir mi idim! Ama olmuştum, askere bile yabancı
şubeden İstanbul Eminönü askerlik şubesinden gitmiştim çünkü! Memleketime
yabancı büyümüştüm, kültürünün, yerelliğinin farkına askerlik dönüşünden
sonra varabilmeye çalıştım.
(fotograf: Haçka yaylası)
Şimdi bir çok gencimiz var ki askerliğine kadar Trabzon’un dışına çıkmamış
ama.………….yazının
tamamı için tıklayınız